KÜLTÜR SANAT

Asr-ı Saadet’te Ramazan Kültürü

Asr-ı Saadet’te Ramazan Kültürü
On bir ayın sultanı Ramazan geldi ve nihayet ‘’Nerede o eski Ramazan’lar’’ diye başlayan ruhsuz cümleleri duymaya başladık. Oysa bu cümleleri kuranlar hasret kaldıkları o ‘eski Ramazan’ları’ yaşayanların ta kendileriydi. Baktık böyle olmuyor, biz de eski Ramazanların daha eskilerine gitmeyi uygun bulduk. Kendimizi bir anda Asr-ı Saadet’te Ramazan’ın içerisinde bulduk.

Yüce Allah’ın (c.c.) vahyine muhatap olan Sahabe neslinin hayatının her anı, bizler için büyük bir örnekliktir. İdeal bir mümin yaşantısına nail olabilmek için onların yaşamına konuk olmak gerekiyor. Aramızdaki bu önemli bağdan dolayı o bahtiyarlar topluluk, bizlerin kökleri, tüm zaman ve mekânın yegâne rehberleridirler.

Mübarek Ramazan’ın gelmesiyle birlikte Asr-ı Saadet’te Ramazan’ın nasıl yaşandığını her birimiz merak ediyoruzdur. Buna binaen bu yazımızda, bu önemli konuyu işledik. Onlar yaşamışlar, biz feyz alalım. Velhasıl…

Oruç ve teravih namazlarının yanında Sahabe nesli Bakara Suresinin 185. ayetinden Ramazan’ı on bir aya sultan eden en önemli sebebin ne olduğunu öğrenmişlerdi. Bu sebep ayetinde açıkça belirttiği gibi Kur’an’ın bu ayda nazil olmaya başlamasıydı. Yani bu ay vahyin doğum ayı idi. Öyle ise bu ay Kur’an’ın şanına yakışır bir biçimde ihya edilmeliydi. Sahabe nesli bunu bildikleri için, bu ay bol bol Kur’an okur, onun ayetleri üzerinde tefekkür eder; “Rabbim bana ne diyor? Ne demek istiyor? Neleri benden istiyor?” sorularına cevaplar bulmaya çalışırlardı. Bizim mukabele dediğimiz, ama sadece yüzünden okuduğumuz Kur’an’ı, onlar yüzünden okumakla kalmaz birde o ayetler üzerinde anlama, kavrama ve yaşama maksadı ile ciddi bir zihni çaba verirlerdi. Allah’ın ne dediğini Kur’an’ın lafızları ve manasının içerisinde, ne demek istediğini ise maksatta ararlardı.

Ramazan’ın bu coşku ve heyecanı son on güne girince zirvelere taşınırdı. Çünkü son on gün Hira günleri; yani itikâf günleriydi. O günler beşerin melekleşme yolunda yürümeye başladığı günlerdi. O günler, içerisinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’nin aranması gereken günlerdi. O günler, Allah ile yakınlığın en üst düzeyde tesis edilmesi gereken günlerdi. İtikâf ile Allah’ın zimmeti altına giren o güzide nesle, muallimleri olan Efendimiz (s.a.s.) bir şeyi daha öğretiyordu; o da Fıtır sadakasıydı.  Bu sadaka, zekâttan ayrı olarak her fıtrat sahibinin Allah adına ve O’nun namına vermeyi öğrenmesi ve toplum içerisindeki sosyal dayanışmayı daha da güçlendirmesi için yerine getirilmesi istenilen bir yükümlülüktü.

Hazreti Peygamber’in (s.a.s.) Ramazan’ı

Sahabe diyor ki: ‘’Efendimiz (s.a.s.) Mescidinde hutbe vermek için minberine çıkıyordu. Baktık ki her basamakta birazca duruyor ve yüksek ses ile ‘amin’ diyerek diğer basamağa çıkıyordu. Üç kez böyle yaparak minbere çıktı, hutbesini verdi ve aşağı indi. Biz hemen yanına koştuk. İlk kez Efendimizden gördüğümüz bu eylemin hikmetini öğrenmek istedik. Dedik ki: “Ya Resullulah neden bugün minbere çıkarken böyle davrandınız?” Dedi ki: “Bugün minbere çıkarken Cibril bana eşlik etti. Birinci basamakta geldi ve bana dedi ki: ‘Ana ve babası ya da onlardan biri yanında ihtiyarlar da o adam bu fırsatı iyi değerlendirmez, onlara iyi davranıp mağfireti kazanacağı yerde onlara kötü davranırsa o adama yazıklar olsun, Allah o adamın burnunu yere sürtsün.’ Ben de bu söze âmin dedim. İkinci basamakta da geldi ve dedi ki: ‘Bir yerde senin adın anıldığı halde sana saygı göstermeyen salât ve selam ile sana bağlılığını dile getirmeyen adamın Allah burnunu yere sürtsün.’ Ben de yine âmin dedim. Üçüncü basamakta da geldi ve dedi ki: ‘Ramazan ayına varmış, ama bu ayı hakkıyla idrak edememiş, mağfiret ve tevbe imkânını kullanamamış adamın Allah burnunu yere sürtsün.’ Ben de buna da amin dedim.” (Taberani’nin el-Mu’cemü’l Kebir)

İşte Efendimiz (s.a.s.) Ramazan ayının ilahî bir fırsat olduğunu böyle beyan ediyor. Kendisi, sahabeyi her zaman söz ile teşvik ettiği gibi hayatı ile de temsil ederek hayra teşvik ediyordu. Ramazan için de aynısını yapıyordu. Biraz önce söylediğim gibi teravihlerle, Kur’an mukabeleleri ile, hayır ve sadaka ile ve daha birçok güzellik ile Ramazan’ı ihya ediyordu. Bu konuda Tercümanü’l-Kur’an olan Abdullah b. Abbas’ın şu sözü zannedersem, meseleyi anlamamız açısından yeterlidir. Diyor ki İbn Abbas: “Hz. Peygamber (s.a.s.) hayır konusunda insanların en cömerti idi. Özellikle Ramazan ayında Hz. Cebrail (a.s.) ile görüştüğünde bu cömertliğinin sınırı olmazdı. Hz. Cebrail (a.s.) ile görüşmesi ise, Ramazan ayı boyunca her gün gerçekleşirdi. Onun da hayır-hasenattaki cömertliği esen rüzgâra benzerdi.” (Buharî, Savm, 7)

Medine’de İftar Heyecanı

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) iftarda acele edilmesini isterdi ve iftarın hurma veya su ile yapılmasını tavsiye ederdi. Enes b. Malik şöyle der: “Resulüllah Efendimiz akşam namazını kılmadan önce birkaç tane taze hurma ile eğer yoksa kuru hurma ile iftar ederdi. O da yoksa su ile orucunu bozardı.”

Peygamberimiz (s.a.s.) iftar sofrasında dua edilmesinin yanı sıra sofraya başka insanların da çağrılmasını teşvik ederdi: “Her kim bir oruçluya iftar yemeği yedirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap verilir.” (Tirmizi, Savm, 82.) İftardan sonra akşam namazı kıldırırdı. Ramazan’ın son on gününde ise Mescid-i Nebi’de itikafa girerdi.

Medine’de İmsak Vakitleri

Asr-ı Saadet’te, özellikle Ramazan aylarında Medine’de imsak için iki ezan okunurdu. Birisi imsaktan önce okunurken, bu ezan teheccüt namazı kılanlar için imsak vaktinin yaklaştığını ve sahur yemeklerini yemeleri gerektiğini duyurmak adına okunurdu. Bu ezanı Bilal-i Habeşi okurdu. O yıllarda saat bulunmadığından bu ilk ezan çok önemliydi. Osmanlı’da da benzer bir uygulama olarak sahur vaktinin duyurulması için Allah’a hamd-ü sena, Peygamberimize salat ve selam okunurdu. Buna temcit denirdi. İmsaktan sonra oruç ve sabah namazı vaktinin girdiğini duyuran ikinci bir ezan okunurdu. İkinci ezanı ise Abdullah b. Ümmü Mektûm okurdu.

Sahur ve İftarda Ne Yenirdi?

O günkü imkanlar neye el veriyorsa onu yerlerdir. Hayber’in Fethi’nden sonra imkân anlamında ciddi zorluklar yaşandığından bir süre boyunca evlerde yemek pişirmek için ateş yakılmadı. Bundan dolayı sahurlar ve iftarlar su ve hurmayla yapılırdı. Sonrasında maddi açıdan imkanlar daha elverişli duruma gelince evlerde yemek pişirilmeye başlandı. Zaman zaman et yendi. Bir iki kap yiyecekle devam edildi. Ancak hiçbir zaman israf edercesine bir sofra kurulmadı. Peygamber Efendimiz, “Midenizi yemekle doldurmayın. Üçte biri hava, üçte biri su, üçte biri ise yemek olsun!” uyarısında bulunmuştu.

YAZAR HAKKINDA
Bahtiyar Kara
Bahtiyar Kara
Genç İstikbal Dergisi Yazarı
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN