KÜLTÜR SANAT

Bir Damla Merhamet

Bir Damla Merhamet
Ufak, biçare evinin yıkılmayan direğiydi Ayşe Ana. Evi çekip çeviren de, boğazdan geçecek olan helal lokmanın peşine düşüp bunun çırpınışlarını yapan da oydu. Can yoldaşı eşini kaybedeli dört yıl olmuş, dört çocuğuyla dertlerini de dörtlemişti. Karınlarını doyuran aşçı, ceplerine harçlık koyan baba, çalışan işçi, zirvesinde karları barındırıp tüm ormanı himayesi altına alan dağ da kendisiydi. Alnındaki kırışıklar onun alnına mazisini kalem gibi işlemişti. Kendi için ‘’bir dağ yıkılmadığı zaman heybetli, karlar erimediği zaman mükemmel olur’’ derdi.  Hayatın sunduğu hangi zorluk varsa bir yiğit gibi zırhını kuşanıp çıkardı karşısına. Rabbine sığınınca her zorluğu yenerdi insanoğlu. O da böyle inanırdı.

Rahmetli eşiyle birbirlerini severek evlenmiş. Mütevazı bir düğünle taçlandırmışlardı hayatlarını. Çocuklarının her birinin adını güzel anlamlar yükleyerek koyarlardı. İsimleriyle yaşasın, isimlerinden güç bulsun istemişlerdi. Beraber Rablerine sığınır, beraber göğüslerlerdi zorlukları. Amansız hastalık eşini birden bire hayattan koparmıştı. Ayşe Ana’nın yüreği kopmuştu inceldiği yerden. Toprağa konan eşi değil sanki kendisiydi. Kalbini gömmüştü toprağa. Her gün mezarının başına gelip kalbini tekrardan kurar gibi hızlandırır öyle dönerdi gözetilmeyi bekleyen evine. Kalbini, merhametini sadece mezarın başında bırakır yanında taşımayı unutur olmuştu.

Hayatın ona sunduğu her zorluk onda öfkeye dönüşmüş, çekilmez hale getirmişti. Evin direğiydi belki ama kendi içinde mağlup olmuş bir pehlivandı. Öfkesinde haklı olsa da, merhametinden uzaklığı haksızlaştırmıştı incinen kalbini. Ona bahşedilen evlatlarını görmez olmuştu. Geçim derdi, evlatlarının alnına konduracağı öpücükten daha önemli hale gelmişti. Başlarını şefkatle okşaması gerekirken, hayatının en çıkmaz anlarını önlerine sermekten başka bir şey yapmıyordu. Gücünü yitiren Ayşe Ana mıydı? Yoksa şefkati unutan evlatları mıydı? Gözleri karanlığa takılan bir ana ve gözleri ışıldayan evlatlar ikileminde geçiyordu zaman. Yaralı serçenin kanadındaki acı neyse çocukların kalbindeki kırık o kadar derindi.

Evin en küçük kızı Meryem, annesinin gözlerine bakamamasından en çok içerleyendi.  Bunu bir nebze dindirmek için kedisiyle hayat bulmuştu. Birinin gözlerine bakmak istediğinde kedisinin gözlerine bakıyor. Doyasıya sarılmak istediğinde onda teselli buluyordu. En küçüğü olma sıfatı verilmeden, kocaman olma emri verilmişti sanki. Küçük bedeniyle o da bir dağ oluvermişti. Çıkılamayan ve ulaşılamayan bir dağ. Yaşından büyük zorluklar, annesinin dinmeyen öfkesi onu gittikçe ayakta gezen cesede büründürmüştü. Kimseyle konuşmayan, yapması gerekenleri yapıp kenara çekilen, kedisini dizlerine alıp saatlerce tüyleriyle oynayan, ona masallar mırıldanan bir hâl almıştı.

Meryem’in bu halini fark edecek zamanı yoktu aile fertlerinin. Çünkü Meryem’den büyüktü dertleri, geçimleri, annelerini razı etme çabaları. Herkesten habersiz hastaneye gidip öğrenmişti içten içe çürüyen bedeninin halini. Yalnız kaldığı dünyasında, yalnız kaldıracaktı yine yükünü. Ama Meryem bu sefer dağ olmanın hakkını veremedi, taşıyamadı, durulamadı, sustu.

Bir sabah Meryem’in adının geçtiği salâ sesine uyandı tüm mahalle. Daha karlar erimemişti omuzlarında, daha bahar gelmemişti ellerinde. Daha konuşmaya başlamadan susmuştu.  Toprak daha merhametliydi. Ana kadar sıcak, ev kadar sessizdi. Ayşe Ana’nın dertlerinin dörtlenmesi bir yana, şimdi de toprağı ikiye katlanmıştı. Kızının mezarının başından güçlükle kalkabildi. Sırtına yüklediği o dağı paramparça etmek istedi içinde. Üzülmek daha büyük bir dağdı şimdi. Ayağa kalktı Ayşe Ana, gözyaşları ayağının tam ucuna düştü, bir damla daha, bir damla daha, bir damla…  

YAZAR HAKKINDA
Gülnaz Tunç
Gülnaz Tunç
Antalya doğumlu. Arap kanı taşıyıp, Kürt olarak doğup, Türk olarak yaşayarak ırkçılıkla mücadele ediyor. Memleketi Mardin. Kitaplarıyla dolup, gönlüyle kitapları dolduruyor. Heves etmişti gölgesini enginde yatan bu berrak sayfada gezindirse diye.
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN