GELİŞİM

Bir Turnusol Olarak Mavi Marmara

Bir Turnusol Olarak Mavi Marmara
"Bir kavmin yersiz, yurtsuz ve kalpsizliğinin cezasını çekiyor olmamızın kaçıncı yılı, bunun başlangıcı ne zaman bilmiyoruz." diye başlıyor Mavi Marmara belgeseli. Mavi Marmara’dan söz açıp canımızı sıkmak istiyorum çünkü bu tarihi olayın davasının düşürülmesi haberleri, bültenlerde beş saniyede veriliyor. Gündemimize almayalım diye verilen bunca uğraşa rağmen, Mavi Marmara gündemimizde. 

27 Mayıs 2010 gecesi Türkiye'den yola çıkan gemide 32 farklı ülkeden 663 yolcu vardı. Aralarında Almanya, İsveç, Kuveyt milletvekilleri, İsrailin hukuksuzluğunun her zaman karşısında olan nobel barış ödülü sahibi Mairead Corrigan, İsrail parlamentosu milletvekili Hanin Zuabi de bulunuyordu. Aynı zamanda bu tarihi sürece şahitlik etmek isteyen ve tüm dünyayı şahit kılan uluslararası basın kuruluşlarının temsilcileri ve birçok yerel basın kuruluşunun çalışanları da her an kayıttaydı. Amaç Gazze işgaline dikkat çekmek, ablukanın kalkmasına vesile olmak ve Filistinli kardeşlerimize insani yardım götürmekti. Dua, İsrailin belinin kırılması ve Ortadoğu’da adım adım işleyen Büyük İsrail Devletini kurma planlarının boşa çıkması yönündeydi. 

Uluslararası sularda serbestçe dolaşım hakkına yer veren Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin "Açık Denizlerin Serbestliği" başlıklı 87. maddesinde "Açık denizler sahibi bulunsun ya da  bulunmasın bütün devletlere açıktır." denerek bütün devletler için seyrüsefer serbestisi düzenlenmiştir. Aynı sözleşmenin 88. maddesi "açık denizler barışçı amaçlarla kullanılır" düzenlemesiyle ve 89. maddesi "hiçbir devlet, açık denizlerin herhangi bir kısmını kendi egemenliğine tâbi tutmayı yasal olarak ileri süremez." düzenlemesiyle tabloyu ortaya koyar. Bize ufuk olması, yol göstermesi için yer verdiğimiz bu sözleşmeye Türkiye de İsrail de taraf değil. Uluslararası hukukun kaynağı olan hukukun genel ilkeleri kapsamında değerlendirdiğimizde ilgili maddelerin bağlayıcı olmadığını ileri süremez ve genel ilkeler niteliğinde oldukları için anlarız ki 30 Mayıs gecesi başlayan ilk taciz ve devamındaki saldırı meşru ve yasal değil. İnsanlar cemaatle sabah namazının farzını kılıyorken yapılan saldırının görüntüleri izlenmesin diye uydu bozucularla iletişimi önlemeye çalışmak da ancak İsrail mafya devletine yakışan bir hareket. 

Üç saat süren bir mücadele, şehitlerimizin şehadet şerbetini içmeden önceki son hâlleri, silahlar, beyaz bayrak... Hepsi görüntülendi. Geminin yedek kamerası sayesinde tüm görüntülere şahit olduk. Bu saldırıyı takip eden günlerde rehin alınan gönüllülerin serbest kalması, cenazelerin teslimi, yaralıların tedavisi, saldırıya ve ablukaya duyulan öfke için dünyanın birçok yerinde yürüyüşler, protestolar oldu. (İsviçre, Lübnan, Macaristan, Senegal, Venezüella, Tunus, Yunanistan...) 

Gönüllüler yurtlarına döndü, hepimiz cenazelerde ağladık, Furkan Doğan için ezgiler yazdık, acısı içimizden bir an çıkmadı, şehit ailelerinin cenazelerde "Burası düğün evidir, Filistin özgür kalıncaya dek mücadeleye devam" sözleriyle daha da kavrulduk ve rotamızı hatırladık... Olaydan üç yıl sonra İsrail şehit ailelerinden özür diledi. Altı yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti ile yapılan anlaşma gereği yargı süreci Türkiye'de sonlandırıldı ve dava düşürüldü. İsrail Türk iş adamlarından zaten yılda çok rahat aldığı 40 milyon doların 20 milyon dolarını Türkiye'ye ödedi. Gemide saldıran askerler hakkındaki arama kararı kaldırıldı, haklarında bir yaptırım uygulanmayacağına hükmolundu. Derdimiz daha çok tazminat almak değil, adaletin yerini bulmasıydı. Bu anlaşmayla İsrailin başkenti olarak (başkent tel-aviv değil Kudüs olarak gösterildiği için) Kudüs'ü tanımış olduk. 

 

Tavır ve tutumları insaftan uzak olsa da biz anlaşmayı imzalayanların ya da onaya el kaldıranların mahkeme heyeti olmadığını biliyoruz. Artık moda ve rant değeri olmadığı için bu olaya tepki vermeyen siyasileri de biliyoruz. Öfkemiz büyük, tesellimiz de: "bırakın biraz daha alçalsınlar ve ebediyen sürüngeni olacakları yeri daha çok hak etsinler." 

İşi ahirete bırakıp vicdan rahatlatmak değil niyetim. Üretimin gerektiği yerde yorulmanın da üzülmenin de yersiz olduğunu hatırlatan teşkilat büyüklerimizi dinleyelim ve moda olmasa da sesimiz en üst perdeden çıksın. Otoriteye aklını teslim edenlere ve davanın dile dolandığı zamanlarda sesi çok çıkanlara haykıralım: reel politik safsatasının bir bildiği vardır deyip zor zamanda susmak hak davaya dahil değil. Biz bağıracağız birileri de duyacak! Hatta soralım, "bir bildiğiniz varsa bize de anlatın, buradan bakınca bir bildik gözükmüyor" diyelim. Okullarda panolar hazırlayalım, dava avukatlarını konferanslara çağıralım, sesi çıkmayan yazarlara mailler atalım.... Bunlar muhakkak olması gereken ama işin kolayı olan noktalar. Çok bağıracağız, hâl diliyle söyleyeceğiz ve duyacaklar, tamam. Bir de peşimizden gelen nesli ve evvelâ kendimizi haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmayan, uzun vadede insanlığa yatırım planları bulunan, okuduğu bölümle yaptığı işle ilgili müthiş projeleri olan gençler olarak yetiştirmemiz gerekir. 

İnsanlık bir avuç kalpsizin ahirete imansızlığının ve dünyada zulüm sebebi emellerinin karanlığından çok çekti, çekiyor ama artık çekmesin. Proje üretmek zorundayız. Elimizdeki tüm nimetleri insanlığa kurtuluş reçetesi yapacak donanıma sahip olmak zorundayız ki hesaplarını verebilelim. İmanımız aksiyonumuzun temelidir, bir avuç vicdan ve hareket ehli olalım, yürüyelim...

YAZAR HAKKINDA
Esra Gül Aydın
Esra Gül Aydın
1997 doğumlu. Lise de dahil tüm okul hayatı İnegöl'de geçti. Anadolu Öğretmen Lisesinden mezun olup Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesine yerleşti. Fakültesinin AGD başkanı.
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN