KÜLTÜR SANAT

Hatmi Çiçeği

Hatmi Çiçeği
Bir oğul büyütüyorum şimdi, yarım bıraktığı her şeyi tamam edecek. Karadeniz’in en derinlerinden onu bulup da bir mezar süsleyecek. Adım Nimet; ben kaybettiklerini çiçekli mezarlara gömen kadın. 30 yaşında, anne; kaybettiklerini çiçekli mezarlara gömen kadın. Çiçekli mezarlara…

Hayatın devam ediyor olduğunu biliyorum, ciğer yangını öldürmüyor insanı. Yeniden başlamaktan öylesine korktum ki, yeni bir sayfa görmekten önümde; bu yüzden mıhladım tüm hatıralarımızı zihnime. Çelikten bir duvar ördüm yuvamın etrafına, sevdamın faşizmine selam duruyorum şimdi her sabah; ondan gayrısı yok. Beni bileyen, kalbimi sivrilten düşüncelerle büyütüyorum yavrumu. Bir sabah uyanacak ve haykıracak meydanlara, inanıyorum; dünyayı kurtarmaya geldim. Babamın gidişinden sonra başı okşanmamış tüm yetimler için geldim diyecek, kendi yetimliğimi unuttum da geldim; omuzlarımda annemin anneden, babadan, yoldaştan yetimliğiyle geldim…

Adım Nimet; babam simit satardı tablasında. Bana Allah öyle güzel üç nimet ihsan eyledi ki, dünya gözümde değil demişti bir bayram olmayan sabahta. Babam bize sarılmak için bayramları beklemezdi. Annemi, beni ve dedemden kalan gecekonduyu öper, yüzüne sürerdi. Onu hep böyle bildim, iki gözlü yuvasını cennet bahçesine çevirişiyle. Semtini memleket bilen adamlardandı, İstanbul onun için Fikirtepe. Simitlerini Kadıköy rıhtımda satardı, o kalabalığın içinde kendini nasıl hissederdi, Beşiktaş vapurlarını uğurlarken kalbi sızlar mıydı incecikten, bilmiyorum. Tek evlatlarıydım, hani şu on beş sene ardından geliveren aşk bebekleri olur, kıymetli bebekler; onlardan. Boyum uzadıkça yenisi alınırdı kırmızı elbiselerimin. Annemin eteği vardı, kahverengi, üzerinde minik desenler. Lastikli. Ölümüne dek onu gördüm üzerinde, rengi soldu, yamalandı envai yerinden. Hiç eskimedi. Ayakkabısı yırtıldı, babam kendi elleriyle dikti; yorgan iğnesiyle. Annem babamı hep sevdi. Yamaları kadar çok sevdi. Ben on  yaşına gelene dek sevdi. Sonra bir şey oldu, babam ağladı. Annem hiçbir bayram sabahında babamın elini öpüp başına koymadı. Biz her bayram sabahına onun toprağını öperek uyandık. Her mezarlığa gidişimizde gırtlağında büyüyen bir düğüm olurdu, titrerdi kırmızı boynu, bıyıkları titrerdi. Her baba kasketli miydi bilmem, benim babam kasketini indirirdi gözleri üzerine. Öyle sanıyorum ki, benden ayrı vakitlerde gider ağlardı orada, başka nasıl büyüyecekti o güzel hatmi çiçeği kara toprak üzerinde. Beraber ekmiştik, “sulamak gerek sık sık” demişti. Evimizin bahçesinde de vardı, annem çok severdi. Çiçekleri severdi, beni çiçek gibi.

Bir gün erken gelmişti babam eve, çok öksürüyordu. Alnının sağ köşesinde bir yara izi, kanamış. Orası benim öptüğüm yerdi kim kanatmaya kıyabilmişti, bilemedim.  Zabıtalar mı dedi annem, babam sustu. Çok öksürüyordu ve gözleri kırmızı. Annem iki bardak sütle geldi sonra, kaynatmış hatmi çiçeğiyle. En sevdiğim şeydi hatmili süt, üç kaşık şeker koyuyordum içine. Babam aldı diğerini, yanındaki su bardağına döktü yarısını, anneme kendi elleriyle içirdi. Yaşadıkları hayat idrak sınırlarımı aşıyordu, kavrayamıyordum, çok küçüktüm. İlmek ilmek dokunuyormuş içime meğer. Anne olacağımı öğrendiğim gün elimi koydum kalbim üstüne, gecekondumuzda dokunan danteli yokladım. Oradaydı, bembeyaz.

Doktor oldum. Babamın ellerinden tuttum nöbet çıkışlarında. Karanlıktan hep korktum. Yürüdük, yolları eskittik. Nihayet mezun oldum. Masalıma yakışacak şey okulu birincilikle bitirmekti, sahnede plaket almaktı, babama ithaf etmekti onu... Sonra beraber mezarlığa gitmek ve anneme sarılmak… Olmadı, babam yine de ağlıyordu mutluluktan. Beni ne zaman alnımdan öpse, onun yokluğunun korkusu dolardı gözlerime. Alnı babasından gayrı kimseyi bilmemiş kızlardandım, yaşım yirmi dörttü, burnumda hatmi çiçekleri. Dünyam iki göz oda bir babaydı; annemden sonra babam da iki parça olmuştu evimiz gibi. Saçlarımı örerdi okul çağı sabahlarında, susam kokusu sinerdi tenime.

Fakülteye başlamıştım, arkadaşlarım oldu. Annemden sonra bir daha dinleyemediğim peygamber kıssalarını okuduk onlarla. Dualar ettik. Kantinde çayımızı içerken mealler okuduk. Güzelleştirmek istiyorduk dünyayı, yetimlerin elini tutmak. Doktor olacağız diyorduk, hikmeti arıyorduk. İlimden bahsediyorduk. Dersleri asıp kermesler kuruyorduk. Yetimleri çok seviyorduk, kara gözlü, kara tenli güzelleri. İhsan da seviyordu ya... Ah İhsan, adı gibiydi hayatı da. Bilinen derneklerin düzenli organizasyonlarında boy gösterenlerden değildi. Kapı kapı gezer, sokak sokak dolaşır. Bir başına, elinde ne varsa infak yoluna harcardı. İhsan... Allah'ın sadece bana değil, bu dünyaya ihsanı, darda kalmışlarına... Düğünümüz olmadan kaybettim babamı, alnım buz kesti.

Evlendik. Bir sahil kasabasına çıktı tayinim. Karadeniz’in dalgalarına nazır bir yuva kurduk yoldaşımla. Küçücük bir odada hastalar baktım ve bana sarılan her hastada annemin kokusunu, yüzü kırışmış her adamda babamın gözlerini aradım.

İhsan burada da kanatlarını takmıştı omuzlarına. Hastası olan evleri tek tek bilir, az önce ellerimle okşadığım defterine not ederdi. Kimin ihtiyacı varsa ona Hızır, kimin yetimi varsa ona baba, kimin evladı hayırsızsa ona oğul... Doktor olan bendim, yarama şifa İhsan. Neşet Ertaş türküsü gibi, adımları asfaltı incitecek diye korkar. Evvelim. Ahirim. İnsan alışıyor. Her şeye alışıyor, sevdiklerini bir toprakla sarmaş dolaş görmeye de alışıyor. Ama ya sevdiği sulara karışmışsa...

Tam iki yıl evveldi, oğlum henüz bende bir müjde. Telefonu çaldı, efendim dedi, hemen geliyorum dedi. Soramadım bile, kime yetişiyordu, onu sulara davet eden kimdi, bilemedim. Bilsem, muhakkak kin besleyecektim ona. Yağmur sağanak, Karadeniz hırçın, dereler taşmış. Mahallemizi sel basmış, İhsan sulara karışmış. Günlerce aradık onu, tek bir iz bulamadık. Sular çekildi ilçeden... İhsan gitti; ilçenin ağaçları kurudu, serçeleri ekmeksiz uçtu. Çiçeklerimiz soldu İhsan, saksıdaki güllerimiz soldu...

Şimdi bir oğul büyütüyorum, adı Ahmet. Evimden hiçbir şey çıkarmadım. Ödüm kopuyor İhsan, bana öğrettiğin iyiliği yitireceğim diye ödüm kopuyor. Her şey yerli yerinde. Ben bir oğul büyütüyorum, yürüdüğün yollarda yürüyecek. Adı Ahmet, ben Nimet. Sevdiklerini çiçekli mezarlarda seven Nimet… Seni bir denizin kıyısında tipi gözlerimi görmez edince dahi bekleyen Nimet. Gömleklerin dolapta, kitapların aynı sıra ile dizili. Sen gittin, varlığında yanaşmadığım kitaplarını okuyorum şimdi her gece. Gözüne değen her cümleyi ezber etmek, sevdiğin kelimelerden bir oğul büyütmek istiyorum. Bana hediye ettiğin o elbiseyi üzerimden çıkarmıyorum. Yama yapmasını annemden öğrendim, ayakkabıları dikmeyi babamdan. Hatırayı, hatırı ve aşkı tek bir hatmi çiçeğinde görmeyi onlardan öğrendim. İyiliği senden, yetişmeyi, terlemeyi, kendinden vazgeçmeyi… Şimdi bir oğul büyütüyorum, dünyayı kurtarmak isteyecek. Bıraktığın yerden, sulara karıştığın yerden.

Adım Nimet.

 

YAZAR HAKKINDA
Fatma Hakkoz
Fatma Hakkoz
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN