FİKRİYAT

Kentli, Kendini Arıyor...

Kentli, Kendini Arıyor...
‘’Köy; insanlar arası ilişkilerin, etkileşimlerin yüz yüze olduğu, insanlar arası sıcak ilişkilerin yer aldığı, insanların birbirlerini daha yakından tanıdığı toplumun en küçük birimidir.’’ Doç. Dr. Durmuş Kılıç’a göre köyün tanımı bu şekilde.  Köy denildiği zaman da camisiyle, kerpiç evleriyle, kasketli amcaları, şalvarlı teyzeleriyle tabii yaşam alanı geliyor aklımıza. Köyde en çok hoşumuza giden husus ise insanların samimiyetidir hiç şüphesiz. Kent yaşamında zihnen ve fiziken bunalan insanın, kendini yenilemek için köye gitmesi, samimiyet ve tabiilik araması hiç şüphesiz bir ihtiyaç halini almıştır. Fakat son yıllarda köy yaşamındaki bu samimiyet de şehirlerimizin kentlere dönüştürüldüğü gibi, kültürel erozyona uğruyor. Köy insanı da artık kent yaşamındaki gibi samimiyetini, tebessümünü kaybetmeye başlamış bulunuyor. Kültür emperyalizmi, işgale önce zihinlerden ve yaşam alanlarından başlıyor. Sadece Türkiye’de değil neredeyse bütün İslam coğrafyasında köy yaşamı bitirilip kent yaşamına, yüksek ve topraktan uzak binalara geçiliyor. Mısır, Endonezya, Singapur, Malezya bunun en basit örnekleri… Topraktan uzaklaşan insan, fıtratından da uzaklaşıyor… İnsan, insanlığını unutunca; sevgi bekleyen çocuklar, yardım bekleyen anneler ve yuvasına ekmeksiz dönen babaların hüznü de gittikçe artıyor… Kısacası; kentli, kendini arıyor…

Müslümanların, beton yığınları arasında varlık mücadelesi verdiği bir çağda yaşıyoruz, daha da kötüsü nefes almayı yaşamak olarak anlıyoruz. Yaklaşık 150 milyon km2’lik toprak alanda, bizler yeşil görmek için hala özel alanlara (parklara) gidiyoruz. Buna yaşamak denemez…  Allah’ın geniş arzına ve doğal yapı malzemesine rağmen;  insan, kendini 80 m2’lik betona hapsediyor, binalar adeta insan konserveleri haline geliyor ve insan bu ve daha kötü şartlar altında bir varlık mücadelesi veriyor. Müslüman, modern beton kavanozlarda, komşusunun açlık durumundan bihaber yaşıyor.  Bir de yıllar öncesine gidip, betonun insanı esir almadığı dönemlerde, Anadolu-İslam Medeniyetinde hanenin nasıl inşa edildiğine bir göz atalım. Bundan yaklaşık 500 yıl evvel Anadolu’da, kendisine ev yaptırmak isteyen şahıs, önce evi yapacak inşaat ustasının evinin önüne bir çuval buğday gönderir, usta şayet evi yapmayı kabul ederse buğdayı kabul edermiş. Daha sonra müşterinin ailesi ile ustanın ailesi birkaç ay birbirlerini ziyaret eder, birbirlerini daha yakından tanırmış. Hem usta ailenin yaşam biçimini öğrenir, evi inşa ederken bunu göz önünde bulundurur hem de müşteri, ömür boyu yaşayacağı hanenin yapımında gözü arkada kalmazmış. Burada aslolan, hane inşa edilirken, ev ahalisinin yaşam biçimi göz önüne alınır, ev buna göre inşa edilirdi. Fakat bugün, ailenin yaşamı, hanenin şekline göre biçimlenir oldu. İnsan mekâna değil, mekân insana biçim vermeye başladı ve insan fıtratını kaybetti. Evin darlığı ya da genişliğine göre ailede kaç çocuk olacağına karar veriliyor. Yani insanlık, oturduğu evde/konutta/dairede yaşamıyor sadece nefes alıyor. Yaşamak istediğinde ise parklara, pikniklere, dere kenarlarına vs. giderek rahatlıyor. İstanbul’da Metrobüs seyahatinde insanların sadece bedenleri eziyet görmüyor. Her pazartesi sabahı oğluna kahvaltı hazırlaması gereken anneler otobüs duraklarında bekliyor. Modern kölelik anlayışıyla, insanlar rutin hareketlere bağlanıyor, robotlaştırılıyor.  Ve en önemlisi insan, uzlete çekilip kendiyle hesaplaşabilecek Hira’dan mahrum bırakılıyor… Kent, insana kendisiyle hesaplaşabileceği Hira ve Hira Anlayışı bırakmıyor… Günlük rutin işlerinin dışına çıkmasına imkân verilmeyen insanlarla yeni bir dünyayı konuşmak çok zor bir hal alıyor…

‘’Firavun: ‘Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrısını görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum’, dedi. Böylece Firavun’a yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıkartıldı.’’ Mu’min Suresi 36-37

Yeryüzünde yüksek bina yapma fikri, ilk olarak 'firavun' tarafından ortaya atılmıştır. Bu kule ya da kulelerin Babil kulesi veya Mısır piramitlerinden biri olduğu söyleniyor. Mısır piramitleri ya da Babil Kulesi’nin yapımına baktığımızda zorla çalıştırılan köleler görüyoruz. Günümüz piramitlerinde/kulelerinde de çalışan değil yaşayan köleleştirilmiş insanları görüyoruz maalesef.  İnsan, kentin içinde kendini kaybetmeye başladı. Göğe abanmış binalar insanı ham maddesi olan topraktan uzaklaştırdıkça, bireyler stresli yaşamaya başlıyor. Fakat yine de kentin zihnini ve benliğini talan ettiği birey, çareyi yine de hafta sonları AVM’lerde, stadyumlarda, sinemalarda kısacası modern meyhanelerde modern şarapları tüketmekte buluyor. İnsan, bütün bu beton ve zihin enkazının altında bir varlık/var olmak mücadelesi veriyor. Nedir var olmak? Var olmak, bir cumartesi akşamı Eminönü tramvayında karşıdan karşıya geçen yığınlar hakkında düşünmektir. Var olmak, cebindeki yol parasıyla da sahaflarda kitap alıp, öğrenci evine kadar yürümektir. Var olmak, kendi mefkûremizle başkalarına etki edebilmektir. Var olmak, yağmurlu bir gece vakti, bir dost ile cami avlusunda ‘yeni bir dünyayı’ konuşmaktır. Var olmak, düşünmektir. Var olmak, kendin için değil bütün insanlık için ter akıtmaktır. Var olanlara selam olsun…

    

YAZAR HAKKINDA
Enes Malik Yılmaz
Enes Malik Yılmaz
İstanbul'da doğdu. Doğduğu şehrin karmaşası içinde büyüdü. İlk ve orta öğrenimini hala tamamlamadığını düşünüyor. Liseyi İstanbul, Eyüp'te bitirdi. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler öğrencisi. Arkadaşı vasıtası ile tanıştığı ve Necmettin Erbakan'ın cenazesinde idrak etmeye başladığı Mili Görüş'te mücadele etmeye çalışıyor.
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN