KÜLTÜR SANAT

Mer-Di-Ven

Mer-Di-Ven
Dünyanın muhtelif coğrafyalarında insanlar yaşıyor değil mi baba? İnsanlar neden farklı birbirlerinden? Biri yakışıklı iken neden öbürü değil? Bazıları zenginken diğerleri neden fakir? Kıyafetleri de değişik baba ve gözlerinin rengi. Ha bir de dağları, suları var dünyanın. Her yerin doğası neden aynı değil?

Bu kadar çeşitliliğin içinde neden “aynılaşmak” ister ki insanoğlu? Senin dağının çiçekleri neden benim dağımın çiçekleriyle aynı olsun? Hem mümkün müdür bu? Sakarya’da bambu yetişir mi? Yetişir diyorsun ama bu bir yanılsama bir yutturmaca değil mi? Evet artık her şey her yerde yetişiyor baba ama bu yüzden herkes yerini yadırgıyor. Yerimizde hep iğreti duruyoruz.

Biz zaten bu dünyanın yerlisi değiliz. Ama dünyaya karşı bu kadar da hissiz olunmaz ki. Yoksa nasıl yaşarız? Gözlerimizi kamaştırmıyorsa güneşin güzelliği; çiçeklerin zerafeti, insan olmaktan yana neyimiz kalmıştır? Hayretimiz, sevgimiz uzaklaşmışsa artık bizden -ah babacığım- ne yapabiliriz? Bizi de-jenerasyon çemberinde herkesleştiren nedir, bizi yabancılaştıran kimdir bize? Fıtratı yani ilkel ve hâlis değerlerimizi nasıl kaybettik?

İnsan çoğu şeyini, çoğu kimsesini kaybedebilir baba. Ellerini, gözlerini, ailesini, işini ve dahi bütün cismini... Ancak sevgisini ve güzelce bakmayı unuttu mu -yani öldü mü- onu tekrar ne diriltebilir? Nasıl kaybettiyse öyle mi kazanmalı güzelliklerini? Kendisiyle yeniden mi tanışmalı? Aa evet hatırladım. Arkadaşlarım hep tedricen öldürmüşlerdi ruhlarını. Bir kılıç darbesi, bir kurşun, bir okla değil. Bileklerine küçük bir çizik… Her gün azar azar kaybedilen kan… Sence baba, insan tekrar böyle mi bulabilir kendini? Anladım. Demek adım adım ve sabırla tekrar yukarı çıkacağız. “Sabrını yalnız Allah bilecek.” dedin. Ne güzel bir şey söyledin. Düştüğüm yerden kalkerken yaşadıklarımı yalnız Allah bilecek.

Babacığım sen “Adım adım ilerlememiz gerekiyor.” deyince aklıma geldi de ablam söylemişti bana: Malum Arapça hazırlık okuyor ya. Arapçanın dehlizlerine yavaştan inmeye başlamış anladığım kadarıyla. Bana ilginç bilgiler veriyor. Ben de dillere ilgili olduğumdan söyler söylemez kazıyorum hafızama. Arapçada mana olarak “kalıplar” diyebileceğimiz “bablar” adında bir konu varmış. İstediğimiz üç harfli fiili bu kalıpların içine boşaltıyormuşuz sonra o kalıplarda yeni şekiller, yeni kelimeler ortaya çıkıyormuş. Mesela bu bablardan biri de tefa’ul kalıbıymış. Eğer istediğin üç harfli bir fiili bu kalıba dökersen o fiilin tedricen, peyderpey yani adım adım gerçekleştirildiği anlamına geliyormuş. Mesela “de-ra-ce”, üç harfli kök bir fiil ama buna mezkur kalıba aktarınca “tederrace” oluyor. Yani yavaş yavaş, adım adım ilerlemek... İşin ilginç yani merdiven anlamına gelen “derc” de aynı kökten geliyor. “Nasıl ki merdiven de adım adım çıkmak elzem, nasıl ki bir anda on basamak çıkamazsın, dünya ve ahiret işlerinde de tedricen ilerlemek zorundasın.” Ne ilginç değil mi baba? İnsanın yapıp etmeleri dönüp dolaşıp yine ders oluyor ona. Biri merdiveni icat etmiş öbürü bunun üzerine düşünsel bir faaliyette bulunmuş. Babacığım, yaşamak ne garip ve güzel bir şey... Babacığım Allah’ın Adem’e (a.s.) esmâyı ve beyânı öğretmesi ne hoş.

Hayretlerimizi öldüren, farklılıklarımızı yok eden ve nihayet insanı özüne yabancılaştıran bir dünyada yaşamaktayız. Bu dünyayı, bu kanlı, acımasız ve yoz dünyayı biz kurduk. “Kendi ellerimizle verdik İbrahim’i Nemrutlara.” Celladına aşık bir güruh olmayı tercih ettik, insan olmanın onuruna yaraşır bir yaşam varken. Babacığım! Bak yine bir şey anlatasım geldi sana. Hem çok iyi örnek olacağını düşünüyorum: Şimdi tam hatırlayamıyorum, gazetede okumuştum. Hemen alıp geleyim. Arabada çantamın içinde olacaktı. Evet, okuyorum: “Harese Dikeni: Develere çöl gemileri derler, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; çok dayanıklıdır. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve.”

Bu hikayenin özünde hırs vardır ihtiras vardır. Evet insanoğlu arzın üzerinde bir takım temayüllerle yaratılmış babacığım ama biz bu azgın suları çevrelemezsek diğer bir deyişle durmaksızın az önce anlattığım o dikenlere dadanırsak sonumuz nasıl olur? Mazallah biz de dünyaya ayak uydursak, faiz yesek, namazı terketsek, güzel ahlâkımızı zedeleyecek şeyler yapsak, hedonizmin içinde kaybolsak… Dua edelim baba, büyüklerin duası makbuldür. Sen bize dua et ablama, bana ve ümmet-i Muhammed’in (sas) tüm çocuklarına. Annem bizi yetiştirmek için ne kadar emek harcamıştı. Bizim için, Müslüman nesiller için gözyaşlarıyla nasıl güzel dualar ederdi. Allah ona rahmet etsin. O bizim kaybolmalarımıza çok üzülürdü.

Baba biliyor musun? İnsan güzel olunca herkesin güzel olabileceğine; gayretli olunca herkesin büyük bir azimle çalışabileceğine; adil olunca yeni ve adil bir dünya kurulabileceğine; kendi kalbine inşirah gelince herkesin münşerih olabileceğine gönülden inanıyor.

Tüm hayret kayıplarının, yabancılaşıp hissizleşmenin, sefere değil zafere odaklanmanın arkasında bence dünyanın dikenlerine göz göre göre basmanın etkisi çok büyük babacığım. Hele hırslarımızı biraz törpülesek kendimize ve çevremize çekidüzen versek ne büyük nimetlere ve kalp açılmalarına erişeceğiz. Sabır... Ama biraz değil, çok sabır...

“Ey İnananlar! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.” (2/153)

Babacığım, peygambere, (sav) bize “en güzel rehberliği” yaptığı için; sen ve anneme, bunları bize öğrettiğiniz için teşekkür ederim. Ve Rabb’ime bana hayat verdiği, tüm bunları ihsan ettiği için şükrederim.

YAZAR HAKKINDA
Ahmet Mücahit Yıldız
Ahmet Mücahit Yıldız
Genç İstikbal Dergisi Yazarı
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN