FİKRİYAT

Ölümü Öldürmek: Şehadet

Ölümü Öldürmek: Şehadet
“Ölüm ölmüyor.”  demişti Said Nursi. Tüm zamanlardan daha sert esen çağın şiddetli değişim rüzgarında, değişen, başkalaşan ve yok olan her şeye rağmen ölüm elbette ölmüyordu. Nice planları bozmaya, nice maddi birikimleri hiçliğin kör kuyusuna yuvarlamaya, nice ahın, feryadın bizzat muhatabı olmaya devam ediyordu. İnsanoğlu, ezelden beri sürdürdüğü hayat koşturmacasında hep ölüm engeline takılmış, içten içe bir ebedilik özlemi ve hırsı ile hemhal olmuştur. Nitekim insanın da ilk düşmüş olduğu günah, bu özlem ve hırsın sonucu olan “ölümsüzlük” adınadır. Şeytan Hz. Adem’i, Allah’ın yasak kıldığı ağacın meyvesinden yemeye teşvik etmiş, nihayetinde ölümsüz olup, içinde bulundukları cennette baki olarak kalacaklarını telkin etmiştir. Hz. Adem ve Hz. Havva’da bu şeytani telkine kayıtsız kalamamıştır. Ne mutlu ki; Allah Hz. Adem ve Havva’nın yıllar süren pişmanlık ve tövbelerini kabul etmiştir. Ancak şeytan daha sonra da boş durmamış ve insanlığın kıyamete kadar işleyecek olduğu günahların da fikri altyapısını oluşturmuştur. Ölümsüzleşme, ölüme çare, ölümsüzmüşçesine bir yaşam… 

Nitekim asırlar sonra gelen Ad kavmi bu fikri daha da geliştirerek, gök ile yarışırcasına uzayan, sarsılmaz(!) binalar inşa etmişlerdir. Böylelikle ölüme ve dolayısıyla ölümü yaratana meydan okumuşlardır. Sonuç ise elbette hüsran olmuştur. Daha sonra gelen Semud kavmi, Ad kavminin aksine bizzat dağları, kayaları oymak sureti ile şehirlerini inşa etmişler, bu yöntemle ölümden korunacaklarını ve işledikleri cürümlerin cezası olan helak olmanın kendilerine uğramayacağını ümit etmişlerdir, ancak akıbetleri Ad kavminden farklı olmamıştır. Ölüm bu sefer ne dağları yerle bir etmiş, ne de evlerini yakıp yıkmıştır; her şey yerli yerinde iken emri verenin katına, emri verilen canları bulmuş ve almıştır. Zira Allah’ın ayeti, duymak isteyen mahlukata şöyle haykırıyordu: “Nerede olursanız olun, sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır.”

Öyle ise gerçekten “ölümsüzlük” diye bir olgudan söz etmek, tabiri caiz ise; “ölümü öldürmek” mümkün müdür? Ad ve Semud gibi kavimlerin hayat gayesini benimsemiş insanların, her şeyi elde edebilecek gücü kendinde bulmalarının, Allah’ın gücüne sahiplik iddiasında olmalarının ve varlığın asıl sahibinden daha büyük bir varlık belirtisi gösterdiğine inanmalarının nihayetinde, ölümün en şiddetlisine maruz kalmaları, aslında sorunun da asıl cevabını bizlere vermektedir. Bu doğrultuda ölümsüzlük için 2 yol vardır: Birincisi, hiç doğmamış olmak ki; doğmamış olan için ölümden söz etmek mümkün değildir. İkincisi ise, ölümün en şiddetlisine çarptırılanların yaptıklarının tam tersini yapmak olmalıdır. Her şeyin kontrol yetkisinin kendinde olduğu Allah’ı kabul etmek, varlığın asıl sahibi karşısında, herhangi bir varlıktan ve güçten bahis açamamak; “hiç” hükmünde olmak… Kainata hükmetme talebi ve girişiminin aksine “hükmedenlerin en iyi hükmedeni” olan Allah’ın hakimiyetine teslimiyet göstermek, varlığını Allah’a adamak ve nihayetinde yaşarken ölmek; O’nun emri doğrultusunda malı, evlatları ve canı seve seve feda edebiliyor olmak… İşte ölümsüzlüğün, ölümlerin en kutlusuna mazhar olmanın formülü: Şehadet! Zira Allah, ölümden korunmuşları ve bu yolu tutmuşları şöyle müjdeliyordu:  “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar.’’

Şehadet, ölümün şekli ile alakalı bir mefhum değil, bizzat şehadete giden yol, şehadetin kuşanıldığı ömrün keyfiyeti/niteliği ile alakalı bir mertebedir. Dolayısıyla şehadet, sadece zalim kurşunu beklemek ile ilişkilendirilebilecek bir durum değildir. Ölmekten ziyade yaşatmanın derdi ile dertlenmeyi, “yaşatmak için yaşama” uğraşının verildiği bir eylemdir. Zira ölümü intihardan, intiharı ise şehadetten ayıran şey, niyet ve bu niyetin kime, neden edildiğidir. Şehadet ise; sadece Allah’ın rızasına niyet edenlerin, O’nun rızasına kavuşma ümidi ile varını yoğunu feda edebilenlerin, Allah’ın fedailerinin ulaştığı bir makamdır. Şehadet, şehit olmak için sadece savaş beklemeyenlerin; şeytanı, yoldaşlarını ve hayatın aldatıcılığını asıl düşman, dünya hayatını ise bizzat savaş meydanı bilenlerin ulaştığı şerefli bir son, kutlu bir başlangıçtır. Öğrenci ise kitaplarını, kalemini, mezun ise diplomasını, mesleğini, yetişkin ise bedenini, kelamını, sahip olduğu serveti vs. silahı bilip her an saldırıda, her an teyakkuzda olanların hak ettiği, yaşarken kazanılacak bir mertebedir. Hülasa, peygamberler ile komşu olunan böylesi kutlu bir makam, şehit gibi yaşayanların, ayetin de belirttiği gibi Allah yolunda olanların ve dolayısıyla bu yolda öldürülenlerin ebedi mekanıdır. Zira o yolda ölmek, öldürülmek için o yolu tutmuş olmak, o yola baş koymak gerekmektedir.

Çağın ilahlık taslayanları, kulu olarak gördüğü tüm dünya insanlarını, dünya hayatını sadece madde planında değerlendirmeye, tüm değer yargılarını çıkarları doğrultusunda yeni baştan yazmaya, var olan kusursuz düzenin üzerine sanal, yapay bir şekilde kurulan ve sadece zulüm üreten düzene inanmaya ve kendilerine hizmet etmeye davet etmektedir. Allah’ın “ölümsüzlük” formülüne karşın, günah sarhoşluğu ile ölümsüzmüş gibi bir yaşam vaat etmekte ve ölümü unutturacak alternatifler sunmaktadır. Bu hususta bilhassa genç kuşağın, şehitler kervanına katılan kardeşlerini iyi tanıması, nasıl şehit olduklarından ziyade, kendilerini nasıl şehit adayı yetiştirdiklerini ve şehadete uzanan ömürlerini iyi bir şekilde öğrenmesi büyük önem arz etmektedir. Unutulmamalıdır ki; şehit geleceğin kör karanlığına aydınlık olmak üzere yanan ışıktır. Her bir Müslüman ise; ümmeti zafere bir adım daha yaklaştıracak şehit adayıdır. Her bir Müslüman, yıllardır beklenen Seyyid Kutup, Hasan el Benna, Malcolm X, Necmeddin Erbakan, Metin Yüksel ve Adnan Demirtürk olmaya adaydır.

ÖNCEKİ YAZI AKIMLAR SAVAŞI
YAZAR HAKKINDA
Serdar Tezcan
Serdar Tezcan
Genç İstikbal Dergisi Yazarı
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN