FİKRİYAT

Saray, Köşk Müslümanı Değilim, Hiç Olmayacağım

Saray, Köşk Müslümanı Değilim, Hiç Olmayacağım
Müslümanlar ne vakit başarıya yaklaşsa (kişisel değil, cemaat bazında), çomak hareketi ile karşı karşıya kalıyor. Aksiyonun başarısızlık ile nihayetlenmesi de Müslümanların fikriyatında bazı negatif duyguların oluşmasına sebep olabiliyor ki başta da söylediğimiz gibi cemaat bazında olduğu zaman ‘başarısızlık’ sonucu, aşağılık kompleksini doğuruyor. Bu durumda Müslüman toplumun hayatında ciddi değişikliklere neden olduğunu görebiliyoruz. Meseleyi somutlaştırmak için örnek ile devam edelim. 

28 Şubat… Türkiye Müslümanları, ‘siyasette de Müslümanca bir duruş’ mücadelesini yaklaşık 50 yıl sonra, 1996 yılında Refah Partisi’nin koalisyon iktidarı ile kazanmış oldular. 1 yıl kadar sonra refah-yol hükümeti karalama kampanyaları neticesinde sivil darbe ile hükümetten indirildi. Burada belirtmeden geçemeyeceğimiz hususlardan birisi de refah-yol hükümetinin ‘başörtüsü’ meselesi yüzünden iktidardan indirilmediğidir. Necmettin Erbakan Hocamızın da belirttiği gibi, bu iktidar 2 ana sebepten dolayı iktidardan indirilmiştir. Bunlardan birincisi, İslam iktisad anlayışının, küresel kan emicilerin boğazını sıkması idi. İkinci ve konumuz ile alakalı olan sebep ise, Müslümanlara ‘bir şey başaramayacaklarını ezberletmekti. 

28 Şubattan yıllar sonra gözlemleyebiliyoruz ki, ‘bir şey başaramamama’ travması Müslümanlarda iki farklı sonucu doğurdu. Birincisi tefride kapılıp, başarısızlığı kabullenerek toplumdan soyutlanan, İslami mücahede namına hiçbir ideali olmayan, hatta diyebiliriz ki pısırıklaşan Müslümanlar grubu. Bunu okuldan eve gidip gelen öğrenciler ve evden işe mekik dokuyan Müslümanlar olarak görebiliriz. Bu durum elbette büyük bir sorundur ve çözülmesi gerekir. Yani bu cenahın üzerindeki durgunluğu atmamız gerekir.

 

Her ne kadar travma sonucu kapıldığımız ‘kendini küçük görme’ hastalığından bahsettiğimizde aklımıza ilk bahsettiğimiz kesim gelse de bundan daha farklı ve vahim durumda olan ifrad kesiminden de söz etmeliyiz.

Sivil darbe sonrasında, kendi içine kapanmayan, apolitikleşmeyen Müslümanlar da güç boşluğuna düştüler, güç arayışında bulundular. Bu durumun siyasi kulvarı bir yana cemiyete olan etkisi gerçekten içler acısı bir hal aldı. Yaklaşık 5 yıl sonra, yeniden ‘muhafazakâr’ bir iktidara kavuşan Müslümanlardan bazıları ‘güç, makam ve mülk’ ile imtihana tabi oldular ve maalesef ekseriyeti bu sınavda sınıfta kaldı. Peki, sınıfta kalan Müslüman grubuna niçin ‘başakşehir müslümanı’ diyoruz?

Mevcut cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın, Refah Partisi’nden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde, partinin logosuna ithafen İstanbul’un Anadolu yakasındaki bir semte ‘Hilalşehir’, Avrupa yakasındaki bir semte ise ‘Başakşehir’ ismi verildi. Hilalşehir’in durumu bir yana Başakşehir ise yıllar içerisinden ilçe oldu ve son dönemde İstanbul’da en çok gelişme gösteren ilçelerden birisi oldu. Sadece ismen değil nüfusunun ekseriyetinin ‘muhafazakâr’ olması hasebiyle de Başakşehir İslami bir kimliğe büründü. 

Nüfusu ile birlikte göğü delen ‘konutları’ ve avm’leri de artmaya başladı bu ilçemizin. Lütfi Bergen’in ‘Kenti Durduran Şehir’ adlı eserinde anlattığı gibi, bu kuleler, sadece hava akımlarını değil insanların fikir akımlarını da etkiledi. Yıllardır fikirsel baskıya maruz kalan mülk sahibi Müslümanlar, bu kulelerde 5 vakit namaz kılıp günün muhtelif vakitlerinde, bilmem kaç bin liralık konutlarında, ilim halkaları oluşturdular. Komşusu açken tok yatmamak için pahalı konutlara taşınan bu Müslümanlar, yaptıkları sohbetlerde Ebu Zer el-Gıfari (r.a.)’nin de içinde bulunduğu sahabeyi anlamaya çalıştılar. Evlerinde sadelikten eser bırakmadıktan sonra, büyük inçli ultra hd televizyonlarında İslam coğrafyasının nabzını takip etmeye çalıştılar. 

Peki,İslam’ın getirdiği şehir-hane anlayışıyla hiçbir iyonik ya da kovalent bağı olmayan bu yaşam biçiminde İslam’ı anlamak, yaşamak ve anlatmak mümkün müdür? 

Görmekteyiz ki; ‘aşağılık kompleksine’ kapılan Müslümanların davranışlarına, klasik manada tek yönlü bakmak doğru bir açı değildir ve tam olarak çözümler sunamamaktadır. Bu sebeple bahsettiğimiz ‘Başakşehir Müslümanlığı’ ideal sahibi Müslümanların dikkat etmesi gereken bir husustur. Aksi takdirde iftar sofrasında bira bulunduran anti-kapitalist Müslümanlar gibi oluşumlar mantar misali çoğalabilir, Avrupa’daki ‘islamofobi’nin benzeri bir durumu olarak da ‘kapitalist müslümanlar’ sorunu ile karşı karşı karşıya kalabiliriz.

‘Başakşehir Müslümanlığı’, kapital sisteme adapte olmuş Müslümanlara naçizane bulduğum bir yakıştırmadır ve sadece başakşehirde değil Johannesburg’dan Ottawa’ya kadar bu hastalığa tutulmuş Müslümanlarla karşılaşabiliriz. Biz ne zenginliğe ne de paraya karşıyız. Paraya günah da yüklemiyoruz insanları esir aldığı için. Bizler, Müslümanların para ile olan imtihanından bahsediyoruz, çıkmış soruları çözmeye çalışıyoruz. İnsanları bazı günahlarla itham etmek haddimize değil, derdimiz bir hastalığın varlığını anlatmaktır. Doktor, hastasına ‘kanser’ olduğunu söylerken niyeti onu üzmek değil bu hastalığının farkında olarak yaşamını idame ettirmesini sağlamaktır. 

YAZAR HAKKINDA
Enes Malik Yılmaz
Enes Malik Yılmaz
İstanbul'da doğdu. Doğduğu şehrin karmaşası içinde büyüdü. İlk ve orta öğrenimini hala tamamlamadığını düşünüyor. Liseyi İstanbul, Eyüp'te bitirdi. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler öğrencisi. Arkadaşı vasıtası ile tanıştığı ve Necmettin Erbakan'ın cenazesinde idrak etmeye başladığı Mili Görüş'te mücadele etmeye çalışıyor.
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN