GELİŞİM

Sebep

Sebep
12'imdeydim. Bir kavganın hayalini dâhi kuramayacak kadar çelimsiz ve zayıf bir çocuktum o zamanlar. Yalnız kavganın değil, bir çikolatanın hayali bile pahalıya patlıyordu. Mahalle oyunlarının istenmeyen çocuklarıydık kardeşlerimle. Çünkü yokluk tarafından esir alınmıştık. Arkadaşlıklarımızı, evimizdeki huzuru, ağzımızdaki lokmayı alıp götürmüştü yokluk. Babamın olmayışı ise benim dünyaya karşı hiç oluşumdu. Kimsenin gündemini meşgul etmiyordu varlığım. Benim gündemimi bile. Kardeşlerimin karnını doyurma vazifesi bana yüklenince kendimi öylesine unutmuştum ki yolda yanımdan geçen insanlar içimden geçiyor sanıyordum. İlçenin sevimsiz "hayalet casperı" bendim sanki. Söylemiş miydim? Babam yoktu. Yoktum yani gereği kadar.

Ortaokula başlamıştım o yıl. Okul çıkışlarında Yenice mahallesindeki kahvede çıraklık yapıyor, hayatı yoğun sigara dumanı altında tanımaya çalışıyordum. Sigaraya başlayacak kadar dert sahibi, sigara alamayacak kadar fakir olduğumdan kahvedeki hava beni rahatsız etmiyordu.

İlkokulda öğretmenlerim tarafından görmezden gelinmeye o kadar alışmıştım ki dersime girmeyen bir öğretmenin koridorda gözlerimin içine bakıp gülümsemesi kışın ellerimizi ısıttığımız soba gibi içimi ısıtmıştı. Denk geldikçe onun benden esirgemediği gülümsemesi ruhumu baharın kırları çiçeklendirmesi gibi çiçeklendirdi. Söylememe gerek var mı? Bu gülümsemenin kıymetini bilmek için çocukluğunu bir tebessümden mahrum geçirmek gerekirdi. Sıkı bir bedel ödemiştim, beni es geçen bakışlar yüzünden varlığımı unutmuştum ama bu adam gülümsemesiyle beni bana inandırıyordu. Var olduğuma. Sevilmesi mümkün bir casper olduğuma belki...

Bir gün yine okuldan çıkıp kahveciye doğru yürürken arkamdan öğretmenin de geldiğini hissettim. Garip bir heyecan bürümüştü içimi, adımlarım hızlandı. Zaten kısa olan yolu çabucak bitirip soluk soluğa kahveye daldım. Ustamdan yükselecek homurdanmaya daha baştan kulak tıkayarak giydim önlüğü, geçtim tezgâhın arkasına, sabahtan kalan bulaşıkları küçük ellerimle yıkamaya başladım. Başımı sürekli kapıdan yana çeviriyor öğretmenin gelip gelmeyeceğini görmeye çalışıyordum. Çok geçmedi ki kapıdan içeri girdi, bakışlarını tüm masalarda gezdirdi. Beni tezgâhın arkasında görünce aynı gülümsemesiyle tezgâha doğru ilerlemeye başladı. O bakışlardan süzülen şefkâte fazlasıyla muhtaçtım ve ânın büyüsüne öylesine kapılmıştım ki elimdeki bardağın düşüp kırıldığını, ustam üstüme yürüyünce fark ettim.

Ustam öfkeyle bana bir şey yapmasın diye hızlıca onun ellerini tuttu öğretmenim. Bu hareketiyle iyice benimsemiştim onu. Ömrümce unutamayacağım sözler döküldü dudaklarından sonra: "İnsanlar gibi eşyanın da eceli vardır, bardak kırılır yeter ki kalpler kırılmasın usta." dedi. Ben korkudan titriyorken devam etti: "Müsaade edersen öğrencimle bir çay içebilir miyiz?" Ustam yarı mahcup hâlde başıyla onaylarken o da yıkanmış bardaklardan alıp ikimize çay doldurdu. Korku, heyecan ve şaşkınlıktan hareket edemiyordum. Karşılıklı oturduğumuzda tüm yaşadıklarımı ve hissettiklerimi biliyormuş gibi geliyordu bana.  Masaya oturduğumuz zaman boğazım düğümlendi ve ağladım. Öylece ağladım. Yastığımdan gözlerime taşındı gözyaşlarım. Sel olup aktı. Bilmem ki çocukluk mu denir, hasret mi, birikmişlik mi?

Elleriyle gözyaşlarımı sildi önce o masada, daha sonraları da ruhumda açılmış olan yokluk izlerini... O gün orada uzunca konuştuk, güldük, çocuklaştık ve şımardık birbirimize. Birbirini takip eden günlerde hayatım onun vesilesiyle değişmiş olacaktı. Kitapların, ağaçların bulutların dünyasına girecektim... Sevginin dokunduğu dalı çiçeklendirdiğini, onun gönül rahlesinde keşfedecektim. Ve o rahleden aldığım ilmin hiçbir kitapta olmadığını da...

Öğretmenlik hayatımın her yeni yılında öğrencilerime tekrar tekrar anlatıyorum onu. Hayatıma gülümsemesi, ilgisi ve sıcaklığıyla giren, ruhuma dokunan, hayallerimi onaran, çantama gizlice her ay burs bırakan, beni öğretmen olmak ve öğrencilerimi kendilerine inandırmak için teşvik eden, maddi manevi babam olan o adamı... Her yanda bizim gülümsememizle değişecek olan harabeye öğrencilerimin de elleri değsin ve bir sabah bambaşka bir dünyaya uyanalım istiyorum ve bu istekle her dersin başında tahtaya yazıyorum: İnsan insana tebessümdür.

YAZAR HAKKINDA
Esra Gül Aydın
Esra Gül Aydın
1997 doğumlu. Lise de dahil tüm okul hayatı İnegöl'de geçti. Anadolu Öğretmen Lisesinden mezun olup Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesine yerleşti. Fakültesinin AGD başkanı.
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN