KÜLTÜR SANAT

Defter Kabuğu & İstanbul’u Kaplamak

Defter Kabuğu & İstanbul’u Kaplamak
Bir deftere sahip olmak için yeter sebeplerimiz var aslında. İnsanoğlunun “amel defteri” bilincine ulaşması için günlük hayatta karşısına çıkan defterleri fark etmelidir. Bakkal defterleri ile başlayan borç - mahcubiyet denklemi, muhasebe defterleri ile kanunla baş etme çabasında küçük esnafın derdi olsa da defterler, yaşanmışlığın yüzleşilmesi gereken gerçeğini göstermekte.  Zira yazı kalıcıdır, kalandır. Olup biten yazılmaktadır usulünce deftere.  Ve koca bir arşiv oluşur. Oysaki biz sıradan insanlar, masumane duygularla günlük tutmak için elimize aldığımız defterlerle işin bu kadar büyüceğini, bir defterin bir arşive dönüşeceğini hesap etmeden yaşamımıza defteri eklemişizdir.  Biz halkın defterle serüvenine bir ara verip, sosyal medyaya kendimizi çılgınca taşıyışımızı bir düşünelim mi?  Tüm dünya 50 milyar fotoğraf yüklemiş bir sosyal medya uygulamasına. Arşiv büyümeye devam ediyor. Dönelim nostaljik yolculuğumuza;  okullara yüz yüze (ruberu ) gidildiği yıllarda öğrenciler, her derse dönem başında defter alarak başlarlardı. Alınan defterler yılsonunda içinde bize ait taşıdığı hatıralarla geri dönüşüme gitti. Geri dönüşüme giden o defterlerle hatıralarımızda geri gelmeyecek şekilde yok oldu. Bu hazin sonun sebebi belki de okulların açıldığı o ilk hafta aldığımız defterleri kaplama arzumuz / defteri kaplama mecburiyetimizdi. Hoca ne derdi / arkadaşlar arasında küçük düşme tehlikesi vardı. / Sınıf alay ediverirdi. / anne baskısı, mahalle baskısından beterdi. / evdeki abi – abla örnek gösterilir, onlar kadar iyi öğrenci olmak için defterler itina ile kaplanmalı idi. Sonuçta o defter kaplanırdı. Sahi defteri kitabı kaplamak neden vardı? Belki de bilginin üstü ilk o zaman örtülmüştü. En azından birçok çocuğun gönlünde.

Defterleri kaplı bir eğitim hayatı geçirmenin bazı faydaları da olmalı. Okul bizi topluma hazırlarken yaşayacağımız şehirlerin üzeri kaplı birer mezarlar olduğunu ve bir mezar üzerinde nasıl yaşanacağını da öğretmiş oldu. Bilgilerin örtülü olduğu eğitimden çıkan insan, ayağını bastığı toprağın neleri sakladığından habersiz yaşayadursun. Önce “Bilmesin” sonra mümkünse “hatırlamasın” ama “yaşasın”. Anadolu’da yaşıyorsanız tarihe geçmişe ulaşmak için öyle uzağa gitmeye, müze gezmeye gerek yoktur aslında. Ayağını bastığın toprak tarihin bizzat kendisidir. Nerden mi biliyorum? İstanbul’dan.

Tarih, medeniyet, bilgi, geçmiş,  yani “insanlık” en çok İstanbul’da yaşanmış olmalı ki “insanlık defteri” en kalın İstanbul’da kaplanmaya çalışılmış. Yoksa bu kadar gökdeleni başka türlü nasıl açıklayacağız.  İstanbul’da o kadar değerli bilgiler olmalı ki üzerinde yaşayanlar fark etmesinler diye 100 yıldır bu şehri betonla kapladık. Kolay mı tarih fışkıran bu şehrin üstünü örtmek? Daha çok beton dökülse de bu şehrin geçmişi ile bağını yok etmek zor görünüyor. Bu şehirden Çanakkale’yi, Kurtuluş savaşını veren yiğitler geçti. Fatihin kabrini mi hatırlatmalı, Kanuni’yi mi, Yavuz’u mu örneklemeli? Bu şehirde peygamberimizin komşusunun kokusu hala duyulabilir. Yürürken geçtiğiniz sokak, sizi bir anda 1400 yıl geriye götürebilir. Bu şehir Hz. İsa’nın emanetlerini bağrında saklamıştır. O emanetlerin konulduğu mekânların izlerini Çemberlitaş’ta, Arnavutköy’de bulabilirsiniz.  Hz. Muhammed’in emanetlerini şehrin kalbinde yani Topkapı sarayında hala koruyor. Mukaddes emanetlere ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Şehrin kabuğunu açmasını bilene, şehir kutsalı sunmaktan da çekinmeyecektir.

Yaşadığımız şehrin taşıdığı değeri hissedip gurur duyarken, taşıdığı acıları da bilmek gerekir. Şehrin katmanları, gurur ve hüzün olarak oluşurken bizlerde bir gün bu şehrin katmanlarında kalacağımızı bilmeliyiz.  Bugünün en gözde mekânlarından olan taksim bölgesi bir zamanlar şehrin kabristanıydı.  Üzerinde yaşanan canlılığa, ölülerin hemen orada yerin biraz altında sonsuzluk uykusunda olduğunu bilerek yaşamak bizi bu sonuca götürüyor. İstanbul deyince ölümün dram haline geldiği noktaya değinmeden ilerlemeyiz. Bugün Sultanahmet Meydanı dediğimiz hipodromda 532 yılında çıkan nika isyanında, kralın 30 bin kişinin ölüm emrini verdiği yerde, insan gövdelerinden oluşmuş tepeleri düşünmek içimizi ürpertmektedir. Aynı bölge, üstelik Sultanahmet Camii gibi kutsal bir mekânda çıkan bir isyanda yeniçerilerin Osmanlı tebaası sayılacak insanlara tüfenkle müdahale ettiğini, çok sayıda insanın öldüğünü öğrenmek, medeniyetin adının önemi olmadığını bize hatırlatıyor.

Bu şehirde betona gömülmüş toprağı delmeye kalkan bir zorunluluk var; oda ulaşım. Metro kazılarında ortaya çıkan tarihi eserler şehrin üstünün ne kadar örtülürse örtülsün altındaki gerçeği bize göstermektedir.   Marmaray kazısında çıkan tarihi buluntulardan söz etmiyorum bile çünkü onlar şu an Yenikapı ve Üsküdar istasyonlarında sergileniyor zaten. Ama Beşiktaş’ta metro kazısında çıkanlar tarihi değiştirecek nitelikte yeni bilgiler içeriyor. 82 mezarın bulunduğu alanda kurgan tipi mezar yapılarının çıkması, bilinen tüm göç yolarını hatta belki İstanbul yerleşik hayatını değiştirecek bilgiler içeriyor. Bilinen İstanbul tarihi bizi 8000 yıl geriye götürüyor. Şimdilik en eski yerleşimler Fikirtepe, Yarımburgaz, Alibeyköy bölgeleri olsa da daha kim bilir ne hazineler saklı bu şehirde?

Sahi İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet Han fethettiğinde Romanın hazinesine ne oldu? Hazineyi altından gümüşten ibaret sayarsanız kimine göre zaten yoktu. Kimine göre Avrupa’ya kaçırıldı. Kimine göre hala bulunamadı. Haliç’in altında saklı durduğunu düşünen de var, sur içinde bir sarnıçtan çıkacağını bekleyen de. Biz gerçek hazinenin sadece altın, mücevher, para olmadığını iddia ederek İstanbul hazinelerine eklemler yapalım. Katman katman bugüne gelelim.  MÖ 659 yıllarında yerleşime başlanan şehir, MÖ 5. yy’da kendi parasını basar, MÖ 200’de Roma’ya katılır.  196’da Antonina ismini alan şehir, 324’te Konstantinopolis olarak tarihteki yerini alır. 360’da I. Ayasofya, 393’te Beyazıt meydanı,  413’te surlar inşa edilir. 532 nika isyanı, 1201’de Latin istilası şehre telafisi olmayan zararlar verir. 1330’da Galata yerleşimine surlar inşa edilerek bir özerk bölge yapılır.  1395’de ilk Osmanlı kuşatması, 1400’de ilk Türk yapısı Anadoluhisarı inşa edilir.  29 Mayıs 1453’te salı günü şafak vaktinde şehir fatihine kavuşur. 1454’te eski saray inşa edilirken, Fatih Sultan Mehmet Han geriye kalan kısa hayatında bu şehre 535 yapı, 35’i kubbeli olmak üzere 192 cami hediye etmiştir. Ardından 1458 Eyüp Camii, 1470 Fatih külliyesi, 1472 Rumi Mehmet Paşa camii, 1506 Beyazıt külliyesi, 1522 Yavuz Selim külliyesi, 1557 Süleymaniye külliyesi yapılmıştır. Bu eserler ve sonrasında yapılanlarla İstanbul insanlık tarihinin en büyük müze şehri olarak bir bilgi hazinesine dönüşmüştür. Bu kadar bilgiyi bir deftere kaydetmeyi başarmış insanlık bir İstanbul inşa etmişti. Bize ise bu şehri betonla kaplayıp üzerinde oturmak düştü.

Ey genç! Yaşamak diye bir mecburiyetin var; şehre selam vermek, tarih bilmek, bir medeniyet inşa etmek gibi sorumlulukların var. Bilmek ve hatırlamak gibi sana verilmiş değerlerin var. Belki defter kaplamayı bıraktın ama dikkat et. Şu çok akıllı telefonunu al eline. Bir bak onu da mı kaplamışsın? Bi şeyleri kaplamanı anlayabilirim ama şehrin kabuğunu soymadan yaşamanı anlayamıyorum.

YAZAR HAKKINDA
Zafer Söğüt
Zafer Söğüt
Genç İstikbal Dergisi Yazarı
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN