KÜLTÜR SANAT

Yarım

Yarım
Kenarı iğne oyalı, bembeyaz namaz örtüleri salınırdı başından. Saçları gri ve arkada toplanmış. Gözlüğünün çerçevesi soluk sarı, üç küçük gül deseni var kenarlarında. Guatrını alalım artık demiş doktorlar, bıçak altına yatmaya cesaret edememiş bir türlü. Kimsem yok burada demişti Güler teyze o gece, çocuğum İstanbul'da. Boynunda taşıyordu bu yüzden adem elması gibi kimsesizliğini, doktorlar guatr diyordu ya; hakikat başkaydı işte. Otuz senedir bir başımayım, O da gitti ve ben tek kaldım.

Apartmanın deniz gören cephesinde, alt katımda oturuyor. Geceleri tahammül sınırımı zorlayan o bir başınalık gırtlağıma çöktüğünde, balkona çıkıyor ve içime çekiyorum gökyüzünü. Kömür kokusu iyice kanıma karışıncaya dek yumuyorum gözlerimi, çocukluğuma akıyor sanki benliğim yıldızlarla yarışıp, etrafına toplandığımız sobanın kokusu geliyor burnuma. Kalbimi bileyen ve biledikçe sivrilten o seneler yok oluyor ciğerlerim astım atağına yenik düştüğünde. Öksürüyorum, üzerime yapışan dünyayı içimden söküp atacak gibi. Bir tiryakilik haline dönüşüyor insanda, geçmişinin ellerinden tutup da geceye koşmak. Her günün sonunda tekrarlayan ataklarımın sesi onun dairesine de ulaşmış, kapıma gelmişti. İlk kez görüyordum Güler teyzeyi, elinde küçük bir demlik üstü. Çok öksürüyorsun kızım, yalnızsındır, ıhlamur getirdim sana dedi. Memuriyetim beni bu küçük ilçeye getirdiğinden beri, üç ay olmuş ve kimse gelmemişti henüz, evimde iki çay bardağı aynı anda kirlenmemişti hiç. “Ellerim iki bardak birden taşımayı unuttu belki de, bilmiyorum.” yazmıştım önceki gün defterime. “O da çok öksürürdü, ciğeri parçalanacak sanırdım, çok korkardım.” dedi yaşlılığına sığınıp, başka bir cümleye iliştirmeden ve bana hiçbir şey izah etmeden. Bardaklarımız ellerimizde, üzerimde hala çocukluğumun hatırası olarak öksürmeye devam ediyordum. Konuştum, İstanbul'u bırakıp buraya gelişimi, başımdan geçen evliliği, aldatılışımı, insan içine çıkamayışımı, üzerime yapışan mazlum kimliğinden kaçışımı, gölgesi beni terk etmeyen o günleri. Kendimden hiç beklemediğim şekilde anlatıyor ve halıya diziyordum hayatımı. Annemi, babamı, kardeşlerimi, kocamı, akıl hastahanesinde geçen günlerimi, sondan başlayarak otuz iki yaşımı tek tek öpüyor ve yolcu ediyordum mazimden. Buraya gelirken kararlıydım oysa, kimse öğrenmeyecekti olanları. Anlatmayacaktım. Ne bilecektim bir bardak ıhlamura çözüleceğini zehrimin. Göğsümde tıkanan öksürük yumuşamış, yangısı azalıyordu sanki. O sustu ve ben anlattım gece boyu. Eskiden kelimelerim vardı defterler dolusu, esmer ve kavruk bir aşkım, geçtiği yola izini bırakan adımlarım, düzenli yazdığım köşe yazılarım, parlak bir geleceğim. Sonra işte, bir gün benden ayrılacağını söyledi. Vitrinime dizdiğim kristal takımlar anlamını yitirdi böylece. İkili kahve takımının lekeleri üzerinde kaldı. Her akşam muhakkak yapardım ona. Entelektüel tavırlarımdan ve yazarlığımdan arınır, en ataerkil tebessümümle getirirdim kahvemizi. Lakin ayrılmak istiyormuş, kahve köpüksüz mü yoksa deyivermiştim, sığınacak bir neden aramıştım; ellerim boşta kaldı. Fincanlarım hükümsüzdü, yıkamak anlamsız.

Uğurladım Güler teyzeyi. Beyaz örtüsüne bohça etmiş de götürüyor gibiydi yükümü. Nasıl da utanmamıştım ağlamaktan yeni tanıştığım birinin dizlerinde, anlayamıyordum. Kadim ve bilge vakitlerin insanıydı belli ki; lacivert gözleri annelik etmişti. Xanax'ın gece dozunu almayı unutmuş ve güneşe ulaşma hayaliyle uyumuştum o gece.

Bana “İstanbul'a karışmak en güzel kaybolma biçimidir” cümlesini kurdurtmuştu, öğrenciliğimin en güzel zamanlarıydı. Aşkımı ve kalbimi anlamayan annemin ellerinden ergenliğimi kurtarıp da sığındığım yerlerdi sahaflar. Sayfalarca kitap okuyor, divan edebiyatından anlıyor, Osmanlıca metinler arşivleyip tek başına fakültede fanzin çıkarıyordum da, bir tek annemin endişelerine mana veremiyordum. Yaşıma ağır gelen gözleriyle uğurluyordu beni her sabah kapıdan. Derslere girmiyordum o sıralar, Fatih Camii civarındaki tüm sokakları ezber etmişim. Küçücük bir sahaf bulmuştum yine kendime, Sait Faik öykülerine denk geldim, incecik ve pembe bir kitap. İçinde siyah beyaz ve yırtık bir fotoğraf, eskiye tüm kalbiyle inanan lakin bir tek annesine aldırmayan gençliğim yeni dayanağını bulmuştu. Muhakkak bir anlamı vardı resmin yırtık oluşunun, şüphe yoktu. O günden beri cüzdanımda saklıyordum. Bir gün diğer yarısını bulacakmışım gibi geliyordu fotoğraftaki genç kızın. Boşanmamızın ardından, evimin soğukluğu yüzünden öyle üşütmüştüm ki kalbimi ve zihnimi, psikiyatri servisinde beş hafta yatarak tedavi görmüştüm. Hastane  günlerinde, yatağımın dayalı olduğu duvara bantlamıştım fotoğrafı, uykuya onunla dalıyor, güne o güzel yüzlü kızla uyanıyordum.

Günler iyileşmeyen bir yatak yarası bu ilçede. Sabahları dar yollardan hükümet konağına akıyor hayat, orada soluyor akşama dek. Her adımımda gerçeğimden uzaklaşacağımı zannederken, Güler teyzeye takılıyordu zihnim. Bana geldiği gece üzerinden dört gün geçmişti ve dairesi önünden her geçişimde karşılaşmamak için dualar ediyordum. Katarak ile perdelenmiş gözlerine çarpmaktan korkuyordum, bilinmek yoruyordu insanı. Kapısı önünde, içeride erkeği varmış gibi koyduğu ayakkabılar hiç oynamıyordu yerinden. Bir gün yakalanmıştım sonunda, davet etti, içeriye girdim.

Elli senelik mobilyalar, tozlu kitaplar, turuncu porselenden çay fincanları, kabe resimleri, Kuran tutan el figürü... Eskiden olsaydı, nasıl da merakla incelerdim evi, anlatırdım yazılarımda. Öyle bir yenilmiştim ki hayata, parmaklarım dokunduğu her nesneye yabancılaşmıştı; çiçeklere ve kalemlere de... Elimden tuttu içimden geçenleri okur gibi, yemeğe kal dedi, kabul ettim. Sessizdik. Yüzlerce yıldır birbirine dost iki peygamber gibi sustuk. Dilinden birkaç cümle döküldü sadece. “O” öleli otuz sene oluyordu, hiçbir eşyasını dağıtmamıştı. Camiden gelmişti bir cuma günü, uzandığı koltukta sessizce canını teslim etmişti. O gün giyindiği ayakkabılardı kapıda duranlar hala. Evden hiç çıkmamış gibi geliyor kızım, dedi. Bu kadar güzel yarım kalmak da mümkünmüş meğer, diye geçirdim içimden. Duvarların sesi vardı sanki bu evde ve biraz daha kalsam kelimelerime yeniden kavuşacak gibiydim. Güler teyze, duvardan küçük bir çerçeve indirdi. Yarım bir erkek fotoğrafı, çok genç. Askere gitmeden çektirmiştik beraber. Giderken kendi elleriyle yırttı, beni o aldı, kendini bana bıraktı. Yeniden astı yerine, öptü ve astı. Yüzünü unutuyorum artık, seksenimi buldu yaşım, gözlerim seçemiyor onu. İkimizi yan yana hayal ediyorum. Bir tek bu fotoğraf kaldı elimde, yarım, onu da göremiyor ya gözlerim. Anlattı. Şifa arar gibi veya çare dilenir gibi değil, şükrederek anlattı. Evime çıkmak için kalktım, ona belli etmeden fotoğrafı aldım ve çerçeveyi yerine astım. Biliyordum, onu kandıracaktım ama içime koşuşan güzelliği engelleyemiyordum. Komadan uyanır gibiydi halim, gözleri güzelliğe hasret kalmış ve iliğine kadar buz tutmuş bir modern zaman insanıydım, ısınıyordum. Evime geldim, zor zamanlarımın yareni o genç kız fotoğrafını aldım, makasla fazla gelen kısımlarını kestim. Yalnızlığımdan ve akıl hastahanesindeki acziyetimden bir Güler teyze biçtim askere gidecek delikanlıya. Nasılsa görmüyordu gözleri, gerçeği bilmeyecekti. Yalanım onu mutlu edecekti, belki hayırsız evladı ziyarete gelmiş gibi sevinecekti. Kocası cumadan ona geri dönmüş gibi, ayakkabısının burnu evin kapısına bakıyor gibi sevinecekti. Raftaki kitapların arasından buldum seni diyecektim, inanacaktı.

Uyuyamadım. Nicedir içimde melalden başka his dolanmamıştı. İşe gitmeden uğrayacaktım ona. Kapıyı çaldım, elimde yalancı sevincim. Açan olmadı, apartman görevlisinden yedek anahtarlarını istedim, beraber içeri girip kontrol edecektik. Sevinç fazla gelmişti bedenime, korku karıştı kanıma yeniden. Güler teyze kocasının onu bıraktığı koltukta, dünyanın yükünden arınmış canını teslim etmişti.

Elinde boş çerçeve..

YAZAR HAKKINDA
Fatma Hakkoz
Fatma Hakkoz
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN