FİKRİYAT

Yoldan Çıkma Denemeleri

Yoldan Çıkma Denemeleri
İnsanlık tarihi boyunca hakanlar/karunlar/nemrutlar/firavunlar/şahlar/krallar/iktidarlar altını ve gümüşü yani serveti ele geçirerek iktidar olmuş veya iktidarlarını ayakta tutmanın imkanının bu yolla olabileceğine inanarak hareket etmişlerdir. Söz gelimi büyük İskender’in babası Filip’in Trakya’da birçok kabile arasında egemenlik kurmasının nedeni civarda var olan altın/gümüş madenlerini ele geçirmiş olmasıdır. Yine Akad’lar da Asur’lar da Hitit’ler de Pers’ler de ve Romalılar da ilerlemenin temel unsuru kazanılan savaşlar sonucunda hazinelerin ağzına kadar dolması ile doğrudan ilişkilidir. Fakat yine tarihte bunun pek az da olsa istisnaları vardır. Aklımıza ilk gelen istisna da Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamber, kendisine para/pul/makam ve haz teklifinde bulunanlara mealen; “Ben sizin deve kervanlarınızın düzenini bozmaya geldim.” diyerek mukabelede bulunmuştur. Bu deyiş hakkı ve adaleti önceleyerek nizamı tesis edeceğinin bilgisini içerir. Yine Osmanlı devletinin kuruluş aşaması da örnek olarak gösterilebilir çünkü temel kaide “insanı yaşat ki devlet yaşasın” şeklindedir. Keza Erbakan Hocamız da “Bir insanın canı, bizim iktidarımızdan daha önemlidir.” diyerek insana verdiği önemi göstermiştir. Bu iz düşümü takip edebildiğimiz takdirde tıpkı Mekke’nin Fethi’nde olduğu gibi; “Sözün gücü, gücün sözüne galebe çalabilir.”

Plato'nun bir "mağara benzetmesi" vardır. Plato'nun benzetmesine göre toplumdaki insanlar (düşünürler/şuurlular dışındakiler) bir mağarada kollarından birbirine zincirlerle bağlanmış ve sırtı mağara kapısına dönük oturan esirler gibidirler. Sadece arkalarındaki ışık kaynağının (doğrunun, gerçeğin) yaydığı ışıkla karşılarındaki duvarda oluşan kendi gölgelerini görebilir, bu gölgelere bakarak eğlenir ve hayatlarını böyle geçirirler. Düşünenler/akledenler/şuurlular ise kendilerini bu zincirlerden kurtararak her ne kadar zor ve acı verici olsa da yüzlerini cesaretle ışığa (gerçeğe) dönerek hayatın gerçek anlamını ve doğruyu görebilen kimselerdir. Ancak bu kimselerin mağaraya döndükten sonra gördüklerini diğer insanlara anlatması ve onları inandırması da bir o kadar zor olacaktır, çünkü esaret ve karanlık rahattır, oysa gerçekleri görmek ve ışığa bakmak cesaret ister.

Bu tasvirde; 

Mağara, toplumu, mağaraya zincirlinmiş insan, toplumun parçası olan bireyi, zincir, toplum içerisinde insani sınırlayarak belli kalıplara girmeye zorlayan sosyolojik unsurları, gölgeler, yukarıda bahsi gecen kurallara göre toplum tarafından belirlenen ve benimsenen doğruları sembolize etmektedir.

Biz inancımız gereği insanın İslam fıtratı üzerine doğduğuna inanırız fakat İslam fıtratı üzerine doğan bebek büyüdükçe toplumun bir parçası olmak sureti nobranlaşır. Toplum onu kendisine dönüştürür. Ve o bebek artık kaybedilmiş bir insana dönüşmüştür. Ferdi var eden toplumdur ve topluma tam anlamı ile entegre olan bireyin tarihinden söz edilemez çünkü orta yerde bir yaşanmışlıktan bahsetmek mümkün değildir. Bizler Sartre’ın dediği gibi; “toplum tedavisi olmayan bir hastalıktır” diyemeyiz. Önce kendimizi bulmak, sonra toplumu tanımak ve bunun üzerine neler yapabileceğimizin düşüncesine dalmak mecburiyetimiz vardır. Şu soruyu kendimize sormak zorundayız. Bizi biz yapan toplum mudur, yoksa o mağaradan çıkmayı başarmış kimseler olarak bizler kendilerini bulmuş, hakikate yönelmiş insanlar mıyız? Kişi mağarasından çıkmak sureti ile kendi ile yüzleşebilecek cesareti gösterebilirse Hz. peygamberin önderliğinde güzel ahlakı kuşanmak üzere yola koyulabilir. Şayet gösteremezse sınırları toplumca belirlenmiş bir alan içerisinde toplumsal dinamiklere maruz kalarak yaşamını sürdürmeye devam eder. Dolayısıyla birey bazında kendini geliştirmeyen/yetiştirmeyen her teşkilatçı, nicelik olarak hayata dair bir katkı gibi görünse de nitelik olarak teşkilata bir destek değil çoğu kez farkında olmadan köstek dahi olabilir. Bunu kimi zaman görevlerini yerine getirmeyerek/getiremeyerek, kimi zaman da vaktinde ve istenildiği gibi yapmayarak/yapamayarak gerçekleştirir. Bu nedenle sizlere/bizlere çok önemli görevler düşmektedir arkadaşlar.

Orta yer de bir karanlık var ve başka başka tabelalar altında başka başka sloganlar vesilesi ile insanlar bu karanlığa küfretmekle meşguller. Buna toplum diyoruz. Evladının geleceğini düşünüp saçını süpürge eden ama memleketinin, milletinin, coğrafyasının geleceğini düşünmeyen/düşünemeyen bu kalabalığın bir parçası olmamak ilk vazifelerimizden biridir. Karanlığa küfredenlerle yan yana bulunmamak, mütevazi imkanlarımıza rağmen bu karanlığın aydınlanması adına yanmak ve beraberimizde olanları yakmak hem insanlık onuru adına hem de dini mübini İslam adına mukaddes bir yolculuk olacaktır. Hz. Peygamberin Arap yarımadasını cahiliyeden aydınlığa taşıması gibi, sahabe efendilerimizin gittikleri şehirlerde birer kandil olmaları gibi, Hoca Ahmet Yesevi’lerin Horasan Erenlerinin acem yurdunu, Anadolu’yu, balkanları aydınlatmaları gibi bizler de bulunduğumuz köyleri, beldeleri, ilçeleri, şehirleri aydınlatmak çabasını göstermek zorundayız.

Sözlerime “Bu Ülke” isimli kitabını Erbakan hocamıza ithaf ederek adeta onun omuzlarına nasıl bir yük ve sorumluluk yüklendiğinin farkında olduğunu ifade eden rahmetli Cemil Meriç’in şu sözleri ile son vermek istiyorum; 

“Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan; ‘uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.”

YAZAR HAKKINDA
Yavuz Selim Sürer
Yavuz Selim Sürer
1985'de Mersin'de dünyaya gözlerini açtı. Balık sevdasına tutulunca Sinop'a geçti. Sinop su ürünleri fakültesinde tükettiği günler karşılığında diploma almaya hak kazandı. Ticaret ehli olmak istedi ama hayat onu bir grup arkadaşı ile su ürünleri mühendisleri adına giriştiği hak, yetki, istihdam mücadelesiyle memuriyete sürükledi.
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN